BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER MÜŞAVİRLİĞİ
BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER MÜŞAVİRLİĞİ


BAKAN ÖMER ÇELİK BÜYÜKELÇİLERE KÜLTÜREL DİPLOMASİNİN ÖNEMİNİ ANLATTI

 
“Biz Türkiye’nin Siyasi ve Kültürel Değerlerini Birbirinin Hasmı veya Birbirinin Muhalifi Gibi Değil Birbirine Değer Katan, Güç Katan Şeklinde Konumlandırmaya Çalışıyoruz”
 
 
 Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, bu yıl 7’ncisi gerçekleştirilen Büyükelçiler Konferansı’na katıldı.
 
Büyükelçilere hitap eden Bakan Ömer Çelik, artık gelenekselleşen Büyükelçiler Konferansı’nın toplantının ötesinde Türkiye’nin bütün meselelerinin tartışıldığı bir programa dönüştüğünü belirtti.
 
Küresel Anlayışın Geliştirilmesi Bakımından Kültürel Diplomasi Kavramı Merkezi ve Stratejik Bir Rol Oynuyor
 
“Sizlerle bir araya gelmek benim için memnuniyet verici. En son geçen sene benim memleketim Adana’da bir araya gelmiştik. Taşköprü’de hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra bu sahne yarım kalmıştı. Şimdi bu sahneyi tamamlamaya devam ediyoruz. Bu konferans gelenekselleşti ve kurumsallaştı kamuoyu tarafından da ilgiyle izleniyor.
 
Bir Büyükelçiler Konferansı, bir mesleki toplantı olmasının ötesinde Türkiye’nin bütün meselelerinin tartışıldığı bir programa dönüştü. Bu vesileyle bunun giderek kalitesinin artmasında ve bu sürekliliğin sağlanmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.
 
 
Tabii hepinizin değişik vesilelerle ilgilendiği çok büyük bir çatışma bölgesinin ortasındayız. Etrafımızda dokuza yakın ülke fiilen yönetilemez duruma gelmiştir. Bunların bir kısmından neredeyse on yıllık yirmi yıllık perspektiflerle umudumuzu kesmiş bulunmaktayız. Önümüzdeki öngörülebilir bir on yıl içerisinde bazılarının toparlanmasına dair neredeyse umutlarımızı korumakta zorlanıyoruz.
 
Etrafımızdaki coğrafyanın düzen ve istikrar arayışı, bu düzen ve istikrar arayışında Türkiye’nin rolü, sizlerin çeşitli ülkelerde gerçekleştirdiğiniz faaliyetler bu bakımdan giderek daha önemli oluyor. Ve giderek daha merkezi bir yer elde etmeye başlıyor. Bu bağlamda karşılıklı anlayış gerçekleştirilebilmesi küresel anlayış kavramının, diplomasinin ve dış politikanın merkezine oturtturulması daha da önemli hale geliyor.
 
 
Küresel anlayışın geliştirilmesi bakımından da benim Bakanlığımın doğrudan ilgilendiği ‘kültürel diplomasi’ kavramı merkezi ve stratejik bir rol oynuyor. Karşılıklı anlayışı geliştirebilmek için küresel bir anlayış merkezi oluşturabilmek için ülkeler ve halklar arasındaki fikir, bilgi, sanat ve kültürün diğer yönlerinin karşılıklı paylaşılması bundan sonrasında istesek de istemesek de önümüze daha büyük ve daha kalın bir ajanda olarak gelecektir.
 
Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra o güne kadar kısıtlı faaliyetlerde bulunan pek çok devlet dışı aktör merkezkaç bir güç olmanın ötesine geçti ve merkezi bir güç haline geldiler. Bunun hem pozitif hem de negatif yönleri var. Pozitif yönleri bakımından değerlendirildiğinde; uluslararası ve ulusal örgütler, çok uluslu şirketler, sivil toplum örgütleri, dini gruplar, devlet dışı unsurlar, uluslararası ilişkilerin önemli aktörleri haline geldi.
 
Devlet dışı bu aktörlerin bu kadar merkezi bir rol üstlenmesi hem küresel hem ulusal anlamda toplumların ve devletlerin daha zengin bir hayata sahip olması bakımından önemli ama bunun yanı sıra başka merkezkaç aktörler, devlet dışı aktörler de güç kazanmaya başladı ki bu da bunun olumsuz yönünü oluşturuyor.
 
Örneğin: IŞİD gibi örgütlerin bir devlet gücü kullanabilecek kadar yaygın bir terör unsuru haline gelmeleri, etnik ve mezhebi çatışmaları örgütleyen, bunları destekleyen bir rol oynamaları da bunun negatif yanını oluşturuyor.”
 
Yumuşak Güç İknadan ve İnsanları Sözle Harekete Geçirebilme Yeteneğinden Daha Fazlasıdır
 
“Dolayısıyla önümüzde son derece karmaşık, küresel güvenlik açısından da pek çok kimsenin yeni çalışmalara imza atmasını gerektiren bir durumla karşı karşıyayız. Biz burada klasik bir kavramsallaştırmayla kendi pozisyonumuzu, kendi Bakanlığımızın yapacağı işi belirlerken Joseph Nye, meşhur taksiminde güç kavramını askeri güç, ekonomik güç ve yumuşak güç olarak üçe ayırmış ve günümüzde yumuşak gücün önem kazandığını belirtmiştir.
 
 
Yumuşak güç iknadan ve insanları sözle harekete geçirebilme yeteneğinden daha fazlasıdır. Yumuşak güç aynı zamanda insanları cezbedebilme yeteneğidir. Yumuşak güç kavramının teorisyeni Nye, yumuşak gücün bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve politikalarının cazibesine dayandığını belirtmiştir.
 
Dolayısıyla kültür, yumuşak gücün en önemli unsurlarından biridir. Esasen kültürel diplomasi, kavram olarak yeni olmakla birlikte, tarihte başarılı birçok kültürel diplomasi örneğine rastlamak mümkündür.
 
Hepinizin bildiği gibi, Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim arasındaki siyasi mücadele, yazdıkları şiirlere de yansımıştır. İsmail İran Şahı iken Türkçe, Yavuz Sultan Selim Osmanlı hükümdarıyken Farsça şiirler yazarak aslında “Ben senin dilinde şiir okuyabiliyorum o sebeple senin ülkeni de yönetebilirim” şeklinde bir siyasi iddianın da temelini oluşturuyordu.
 
Yine eski bir doğu hikâyesinde, vaktiyle Hazar kıyılarında bir savaş arifesinde sulh görüşmeleri için bir araya gelen İran elçisiyle Türk elçisinin görüşmesinden bahsedilir. İran elçisi Türk elçisine üstünlük sağlamak üzere onu Hafız’dan bir kıta okuyarak selamlamış, Türk elçisi ise buna karşılık Hayyam’dan bir kıtayla mukabele etmiş. Bilahare İranlı Sadi’den, bizimki Fuzuli’den okumuş; sonra Örfi ile Nef”î gelmiş, ardından Attar ile Mevlana’yla devam etmiş. Bu İğnelemeler ve sataşmalar şiir okumaya devam ettikçe takdirlere dönmeye, karşılıklı istekler beyitlerin içinde imalarla anlatılmaya başlanmış.  Karşılıklı şiirler, beyitler, mısralar bittiğinde her iki elçi de ayağa kalkıp sarılmışlar. Bu bir sulh işaretiymiş. Veda edecekleri sırada biri diğerine “Teferruatı adamlarımız kendi aralarında konuşsunlar” demiştir.
 
Şimdi verdiğimiz meşhur bir örnek vardır: Tarihte belki de çok fazla önemsenmeyecek kısa bir dönem yaşamış olan Çağatay Devleti. Bugün açısından bu devleti hatırlamamızın özel bir sebebi var. Aslında siyasi olarak çok varlık gösterememiş, ekonomik olarak çok varlık gösterememiş ama Ali Şir Nevai diye bir mütefekkir, hiçbir şekilde insanlık tarihi açısından yok sayılamayacak, ihmal edilemeyecek bir mütefekkir, Çağatay dilinde yazdığı için Ali Şir Nevai sayesinde Çağatay Dilini sürekli hatırlamak durumundayız. Çağatay dilini hatırladığımız içinde Çağatay Devleti de sürekli olarak hafızalarımızda yer ediyor.
 
 
Bir tek mütefekkir ve onun sayesinde anılan bir dil ve onun sayesinde anılan bir devlet. Söz konusu tarihin çeşitli aşamalarında hepimizin de çok iyi bildiği gibi devletler çeşitli düşüş ve yükseliş dönemleri yaşıyorlar. Düşüş ve yükseliş dönemlerinde bazısının donanması yok oluyor, yeniden kuruyor. Bazısının ordusu yok oluyor, yeniden kuruyor. Ekonomisi yıkılıyor, yeniden kuruyor. Fakat tarih içerisine baktığımızda çeşitli yıkımlara ve düşüşlere uğrayan devletlerin yeniden ayağa kalkanlarının hangi özelliklere sahip olduğunu araştırdığımızda yazılımı güçlü olan devletler, kültürel hayatı güçlü olan devletler yeniden ayağa kalkabiliyorlar.
 
Dolayısıyla kültür aslında çoğu kez anlaşıldığı gibi sadece bir takım sanatlardan ya da bir takım festivallerden ibaret değil. Bir Alman filozofun güzel bir sözü vardı. Kültür için şu tabiri kullanıyordu: ‘Kültür;  bir milletin sorun çözebilme kapasitesinin toplamıdır.’ Ben buna devletin yazılımı diyorum. Milletin hafızası ve yazılımı diyorum. Yani ortada bir yazılım varsa bunun kabuğu çökse bile, yıkıma uğrasa bile onu yeniden güncelleyebiliyorsunuz.  Bu milletler, bu devletler tarih içerisindeki yürüyüşlerini sürdürebiliyorlar ama yazılım söz konusu değilse bir devletin ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, ekonomisi ne kadar güçlü olursa olsun, istihbaratı ne kadar güçlü olursa olsun yıkıldığı takdirde bir daha ayağı kalkması mümkün değil.
 
Nitekim tarihte çok daha büyük devletler büyük coğrafyalara hükmetmişler ama yıkıldıktan sonra bir daha ayağa kalkamamışlar. Müzeler bu tip devlet ve imparatorluklarla dolu. Burada tarihte çarpıcı örnekler vardır: 2. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de verilen ilk emrin ‘Donanmayı, orduyu veya başkalarını değil Milli Kütüphaneyi koruyun!’ şeklinde bir kültürel emir olması, kültürel hafızayı koruma şeklinde bir emir olması bizim için bu açıdan ufuk açıcıdır. Yani kültürel hafızanızı ve derinliğinizi korursanız, savaşta ne tür bir sonuç alırsanız alın ayakta kalmanız ve tarih içerisinde sürekliliğinizi sürdürmeniz mümkündür.
 
Hepinizin bildiği üzere, bugün iki müttefik olan Fransa ve Almanya özellikle 1870 Fransa-Prusya Savaşının ardından birbirlerinin en büyük düşmanı haline gelmişlerdi. Bu iki ülkenin tarihi anlaşmazlıklar ve düşmanlıklardan sıyrılarak müttefik haline gelmelerinde kültürel diplomasi kilit bir rol oynamıştır.
 
1963 yılında General de Gaulle ve Şansölye Konrad Adeneauer arasında imzalanan Elize Antlaşması’nda tarafların yekdiğerinin dilini öğrenmesinin önemi belirtilerek, Fransız öğrencilerin Almanca, Alman öğrencilerin ise Fransızca öğrenmeleri için somut adımlar atılacağı kayıt altına alındı.
 
 
Antlaşmada ayrıca iki ülke gençleri arasında kültürel değişim için mümkün olan tüm fırsatların kullanılmasının önemine değinilmiştir. Bu amaçla bir “Fransız-Alman Gençlik Ofisi” kurulmuş ve ortak bir fon tesis edilmiştir. Kuruluşundan itibaren Fransız-Alman Gençlik Ofisi, her iki ülkeden 8 milyonun üzerinde gencin 300.000’den fazla değişim programına katılmasını sağlamıştır.
 
Ülkemiz de, sahip olduğu demokratik deneyim, kültürel çeşitlilik, tarihi miras ve modern birikim bu yumuşak güç unsurlarını tanımlıyor. Fakat etrafımızda çıkan büyük çatışma alanına baktığımızda bildiğimiz kültür sanatın ötesinde sahip olduğumuz başka şeylerinde birer kültürel güç unsuru, birer yumuşak güç unsuru olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.”
 
Laiklik Etrafımıza Daha Doğru Anlatılmalı
 
“Etrafımızdaki insanların sandığa ulaşmak için büyük bedeller ödemeleri ve sandığa ulaşma konusunda gösterdikleri gayretlerin o devletler tarafından katliamla karşılanması ve ortaya çıkan iç savaş tablosu, bizim demokrasimizin ne kadar kıymetli olduğunu, demokrasiyi anlatmanın bir İslam ülkesinde nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede,  demokratik deneyimin anlatılmasının bizim için ne kadar büyük bir avantaj olduğunu gösteriyor.
 
 Nitekim etrafımızda ortaya çıkan büyük, din temelli, mezhep temelli çatışmalar, Türkiye’nin sahip olduğu laiklik deneyiminin ne kadar biricik ve ne kadar üstün bir deneyim olduğunu da gösteriyor. Dolayısıyla laiklik meselesi, Türkiye'nin sahip olduğu laiklik kazanımının, bilhassa yumuşak güç unsuru olarak etrafımıza daha doğru anlatılması ve bunun daha vurgulu bir şekilde anlatılması fevkalade önem kazanmaktadır.
 
 
Bir ziyaretimiz sırasında Lübnan’da bir gazete almıştım. Gazetede tesadüfen ilanlara bakarken şu tabirler dikkatimi çekti. İlanlarda doktorlar kendisini şöyle tanımlıyordu; ‘Dahiliye doktoru, Sünni, Arap ya da Şii diş doktoru’ Bu şeklinde mesleki kimliklerin mezheplerle birlikte tanımlandığı ve bunun devletlere ait aidiyetleri, ulusal aidiyetleri yatay kesen çatışma alanları oluşturduğu bir coğrafyanın ortasında Türkiye’nin sahip olduğu laiklik deneyiminin bir yumuşak güç unsuru olarak daha fazla ön planda tutulması ve daha çok anlatılması bizim için önemlidir.
 
Yunus Emre Enstitüsü’nün her geçen gün yaygınlaşan kültür merkezleri vasıtasıyla yürüttüğü faaliyetler; çağımızın felsefi, siyasi ve sosyal alandaki tartışmalarına damga vuran Medeniyetler İttifakı girişimi; Bakanlığımca birçok ülkede gerçekleştirilen kültür haftaları, kültür yılları ve Türk filmleri festivalleri; dünyanın en fazla destinasyona uçan havayolu olarak en tanınan markamız hale gelen Türk Hava Yolları; TİKA’nın özellikle kültür coğrafyamızda yürüttüğü başarılı çalışmalar çok bilinen kültürel diplomasi aktivitelerimizin bazılarıdır.
 
Bu vesileyle kamuoyu tarafından pek bilinmeyen, başarılı bazı diğer kültürel diplomasi faaliyetlerimiz hakkında da bilgi vermek isterim. Bakanlığımın yürüttüğü Türk Kültür, Sanat ve Edebiyat Eserlerinin Türkçe Dışındaki Dillerde Yayımlanmasına Destek Projesi (TEDA) kapsamında 2005 yılından bu yana yerli eserlerimizi ve yazarlarımızı yabancı okurlarla buluşturmaktayız.
 
Proje kapsamında 64 ülkeden 438 farklı yayınevine verilen desteklerle 435 yazarımızın 991 farklı eseri 59 dile çevrilerek yayımlanmıştır. Ülkemizin yurtdışı tanıtımı görevini üstlenen Bakanlığıma bağlı Tanıtma Genel Müdürlüğü, gündemindeki tüm projeleri kültürel diplomasi optiğinden değerlendirmektedir.
 
Bu çerçevede örneğin: Geçtiğimiz yıl edebiyatçı, ekonomist, köşe yazarı, genel yayın yönetmeni, rektör, kanaat önderi konumundaki 100 Çinli entelektüeli ülkemizde ağırladık.
 
İnanç turizmi tanıtım faaliyetleri kapsamında, ABD’den ve Rusya’dan din adamlarının ağırlanması, yalnızca turistik tanıtım faaliyeti olmanın ötesinde farklı inançlara mensup kanaat önderlerinin ülkemizi yakından tanıması için bir fırsat olarak kullanılmıştır.
 
 
Yeni tanıtım stratejimiz çerçevesinde ‘Turkey Home of’ konseptini kullanıyoruz. Burada Türkiye’ye ait her şeyi bu konseptin içine yerleştiriyoruz ama bunu yaparken de tek başımıza Bakanlık olarak yapmıyoruz bizatihi Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ziyaretçilerin gözlemlerini bu işin içerisine katıyoruz. Onların algılarını ve değerlendirmelerini de bunun içine katıyoruz.”  
 
Haksız Bir Savaştan Dünyaya Barış Mesajı Çıkartma Büyüklüğünü Gösteren Bir Milletiz
 
“Yine Çanakkale Savaşları’nın 100. yıl dönümünün kültürel diplomasi faaliyetleri açısından önemli bir şekilde değerlendirilmesi için çalışıyoruz. 100. yıl anma törenlerinin dünyaya barış ve dostluk mesajları vermesi bu zaman diliminde çok önemli.
 
 
Çünkü saldırıya uğrayan biziz, toprakları işgal edilmek istenen biziz, mahremiyetin saldırılan, vatanına saldırılan biziz ama sonuçta bu saldırıdan ve bu haksız savaştan dünyaya barış mesajı çıkartma büyüklüğünü de bizim milletimiz göstermiştir. Bunu dünyaya doğru anlatmak, etrafımızda her vesileyle çatışma çıkan bir coğrafyanın içerisindeyken, büyük bir savaştan barış mesajı çıkaran bir devlet ve millet olmanın ayrıcalığını bütün dünyaya anlatmak için özel bir çalışma yapıyoruz.
 
Zaman içerisinde siyaset ve kültürün birbirine olan zıtlığıyla ilgili pek çok düşünür pek çok filozof pek çok şey yazdı. Genelde de birbirlerinin muhalifi gibi gösterildi bu iki kavram. Fakat biz Türkiye’nin siyasi ve kültürel değerlerini birbirinin hasmı veya birbirinin muhalifi gibi değil birbirine değer katan, güç katan şeklinde konumlandırmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda da her siyasi olayı bir kültürel diplomasi olayına nasıl çeviririz diye bir bakış açımız var. Ya da bir takım olayların kendiliğinden mesaj vermesini temin edecek yaklaşımlar üretmeye çalışıyoruz.
 
Dışişleri Bakanlığımızın kendi kurumsal ajandası açısından çok önemli ama hepimizi ilgilendiren 1915 olaylarına ilişkin atılabilecek adımlarında en önemli ve doğru adımların da yine konunun doğası gereği kültürel diplomasi kapsamında atılması gereken adımlar olarak düşünüyoruz. Burada siyasi mesajların karşıdakilere limitli oranda ulaşması ya da hiç ulaşamaması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bu sebeple hep beraber 1915 olayları konusunda kültürel mesajları daha da çoğaltmak gibi bir sorumluluğumuz var.
 
 
Çünkü bizim için aslolan parlamentoların aleyhimize karar almasının engellenmesinin ötesinde, ki bu karar almanın engellenmesi meselesi aslında Türkiye’yi pasif bir pozisyona itmektedir, dünya kamuoyunun doğru bir şekilde bilgilendirilmesi ve Türkiye’yi bizim ağzımızdan anlayabilmeleri. O olayları bizim gözümüzden görebilmeleri bakımından aktif bir pozisyona geçebilmeyi ümit ediyoruz.
 
Türkiye’de pek çok mesele, geçmişte büyük sorun oluşturan birçok mesele aşılmıştır. Yani bundan belki 20 sene evvel Akdamar Kilisesi’nin ya da Sümela Manastırı’nın  ibadete açılması gibi bir şey Türkiye’de çok büyük çatlaklara, çok büyük çatışmalara sebebiyet verebilirdi. Şimdi ise onlar gündelik hayatın normal bir parçası olarak ele alınıyor. Bu bağlamda yine yurtdışında yine etrafımızda pek çok başka dinlerden olan insanlara bu kadar yüksek düzeyde zulmedilirken bunlar doğrudan ölümle tehdit edilirken Türkiye’nin Hristiyan, Yahudi ya da hangi dinden olursa olsun kültürel değerleri koruması ve kilise restorasyonuna önem vermesi. Nitekim Akdamar Kilisesi’nde buraya Ermeni adının verilmesi konusunda Dışişleri Bakanlığımızın ve Kültür Bakanlığımızın ortak bir kararla buna olumlu görüş bildirmesi Türkiye’nin üstünlükleri arasında sayılmalı ve bunun iyi anlatılmasına önem verilmelidir.
 
Keza Bakanlığımın çalışmaları sonucunda “1001 Kilise” ve “40 Kapılı Şehir” olarak adlandırılan Ani Tarihi Kenti, 2012 yılında UNESCO Dünya Miras Geçici Listesine alınmıştı. Şubat ayında yapılacak başvuru ile Ani’nin 2016 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne girmesi için önemli bir adım daha atmış olacağız. Ayrıca Bakanlığım, Ani’deki restorasyon çalışmalarını, Dünya Anıtlar Fonu ile uluslararası mali ve teknik işbirliği içinde yürütmektedir.  Ani Katedrali’nin ve şehir surlarının restorasyon ve koruma çalışmalarına ise en kısa sürede başlanılması planlanmaktadır. Bahsettiğim çalışmalara ilaveten, Ermeni diasporasının ortak bir geçmişe sahip olmadığımız yeni nesilleriyle ilişki kurarak, ülkemiz hakkındaki kanaatlerinin kulaktan dolma bilgilerle değil, kendi şahsi tecrübeleri sonucunda oluşmasının sağlanması elzemdir. Bu nedenle Türk ve Ermeni gençlerinin katılacağı kültürel değişim ve ağırlama programları büyük önem taşımaktadır.
 
 
İslamofobideki korkutucu artışla mücadele açısından Medeniyetler İttifakı tabii ki çok değerli bir inisiyatiftir. Desteklenmeli ve sürdürülmelidir. Ancak İslamofobi ile mücadelede kullanılacak farklı kültürel diplomasi girişimlerine ihtiyaç bulunmaktadır.
 
Bu kapsamda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da düzenlenen kültürel etkinliklerin arttırılması, bu bölgelerin kanaat önderleriyle daha yakın ilişkiler kurulması atılabilecek adımlar arasındadır.
Orta Doğu’da bazı dış güçlerin de körüklemesi sonucunda tehlikeli mezhep temelli ayrışmaların yaşandığı göz önünde bulundurulursa,  Şii dünyası ve Aleviler için önemli gün ve mekânların bizim kültürel diplomasimiz bakımından da doğru değerlendirilmesi ve bir takım mezhep çatışması alanlarının çoğaldığı bu zaman diliminde tam tersine ortak duygulara ortak sembolleri öne çıkartacak şekilde bu mesajların güçlü bir şekilde verilmesine yönelik de çalışmalarımız var.
 
Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk olarak gerçekleştirdiğimiz bir faaliyetimiz var. Geçen sene ilk defa yüz civarında alevi dedesini Bakanlık olarak, Bakanlığımızın organizasyonuyla  Kerbela ve Necef’i ziyaret etmelerini sağlamak istedik. Fakat kendileri Kerbela ve Necef’in ötesinde Mekke ve Medine’ye de gitmek istediler ve dolayısıyla bu ziyaret gerçekleşmiş oldu. Bunu özellikle etrafımızdaki gelişmeler neticesinde gerek Sünni gerek Alevi gerek başka mezheplerden yurttaşlarımıza dönük farklı ve yanlış mesajların yoğun olarak verildiği bir dönemde doğru mesajların verilmesi bakımından önemsiyoruz.
 
 
Hepimizin bildiği gibi etrafımızdaki bu ciddi tektonik kaymalar neticesinde kimi ülkelerle farklı siyasi konularda pozisyonlar alıyoruz. Bazen bizden kaynaklanmayan ve geçici olduğunu bildiğimiz siyasi sıkıntılarımızda var. Bu geçici dönem boyunca hepinizin bildiği bir takım ülkelerle ilişkilerimizi sürdürebileceğimiz en sağlıklı ve en doğru mesajların verileceği zemin yine kültürel faaliyetlerin arttırılması olabilir. Bu çerçevede siyasi mesajların tıkandığı bir noktada, siyasi mesajların işlemez olduğu bir noktada kültürel manada halkları ve devletleri yaklaştırılabilecek ortak zeminlerin üretilmesi daha da önemli hale gelmektedir.
 
Bir sıkıntımız var tabii o da şu; kültürel diplomasi dediğimizde ben bu kavramla ilgili çok kişiyle oturup görüşüyorum, bazı düşünce kuruluşlarına buna ilgili görev verdim bize bir dosya hazırlayabilir misiniz diye. Fakat bu mesele yerli yerine oturtulmuyor. Bir stratejik mesele olarak ele alınmıyor. Bir takım festivallerden ya da büyükelçiliklerde düzenlenecek gecelerden, organizasyonlardan ibaret görülüyor. ‘İbrahim Yolu Diplomasisi’ gibi ‘Ani Diplomasisi’ gibi kurumsallaştırabileceğimiz, gelenekselleştirebileceğimiz ya da Türk-Ermeni gençleri arasında yakınlaşmayı sağlayacak bir takım mekanizmaların kurulması gibi kurumsallaştıracağımız meseleler üzerinde elimizdeki malzeme maalesef zayıf.
 
Bu sebeple kültürel diplomasi kavramının içini açtığımızda bir takım festivallerle, organizasyonlarla ibaret sayarsak bu kavrama ihtiyacımız yok. Bu kavram bize daha kurumsal kapasitede ne tür imkânlar sunabilir onunla daha çok ilgilenmekteyiz. Bu bakımdan bahsettiğim alanlarda ihtiyaç duyulan diğer konularda atılacak adımları tespit etmek ve Bakanlığımız koordinasyonunda kapsamlı bir strateji belgesi oluşturmak şeklinde bir ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Bu kültürel diplomasi strateji belgesi oluşturması şuanda en önem verdiğimiz konulardan bir tanesidir.
 
 
Bu bakımdan tabii ki Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere ilgili kurumların katılımıyla ivedilikle bir çalışma gurubu oluşturulmasını burada öneriyoruz. Vizyon belgesinin, strateji belgesinin tamamlanmasının ardından da düzenli aralıklarla toplanacak bir danışma kuruluna ihtiyaç olacaktır. Böylece birçok kurumumuz da mevcut potansiyelini daha iyi kullanabilecek. Biraz evvel saydığım değerler Türkiye Cumhuriyeti markası olarak ifade ettiğim kurumların çalışmalarında senkronizasyon bu şekilde sağlanacaktır.”
 
 
  • DSC_0473
  • DSC_0506
  • DSC_0525
  • DSC_0554
  • DSC_0569
  • DSC_0602
  • DSC_0607
  • DSC_0657
  • DSC_0699
  • DSC_0731
  • DSC_0739
  • DSC_0762
  • DSC_0799
  • DSC_0811
  • DSC_0824
  • DSC_0850
  • DSC_0854
  • DSC_0861
  • DSC_0872